Sarı Kayaklar ve Sessiz Dağlar
Kategori: Kayak | Mart 20, 2012Tur kayağı ile iki yıl önce tanıştım ve de tanışmakta çok geç kaldığımı düşündüm. Tur kayağı ile tanışmama vesile olan, onlardan ödünç aldığım kayaklarıma fok derilerini takarken popomun fotoğrafını çeken ya da “bugün kaç ağaç devirdin Tolga” diye alay edip kahkalara boğulan ilginç Fransızlara rağmen yılmadım. Her gün sabah Arpalık Yaylası’na çıkıp inerek kendimi geliştirmeye çalıştım. Karşılarına çıkıp onlarla Emler’e tırmanmak istediğimi söylediğimde benimle yine dalga geçtiler. Moralimi bozmadım, aksine daha da hırslandım. “Bir gün ben de en yüksek ve en dik zirvelere bu kayaklarla erişeceğim” dedim kendi kendime. Aynı yıl, kayakla bir çok yedi ve sekizbinlik tırmanışları olan Avusturyalı bir gurupla tanıştım. Bu guruptan bir çiftin benim kayak öğrenmeye olan ilgimi ve çabamı görüp, “Bizim evde eski ama iş görür bir çift kayak ve tur ayakkabıları var sana versek ister misin?” demeleriyle dünyam değişti. Ne yazık ki kayaklar elime çok geç ulaştı, ancak beklemek zorunda kaldığım uzun sürenin acısını çıkartmaya kararlıydım. 2006 yılına hızlı girdik. Ocak’ta Erciyes’te 2900 metreye Derya (Duman) ile yirmi beş kg’lık kamp yükünü kayakla rahatlıkla çıkartıp geri indik. Yıllar yılı derin karda bata çıka tırmanmaya çalıştığımız, her adımın sanki ayrı bir işkence olduğu etkinlikler geldi aklımıza. Bir kaç günümüzü de telesiyejle kayak yaparak geçirdik. Doğrusu ezilmemiş dik eğimlerde kaydıktan sonra telesiyejin güdük pistleri benim gibi bir acemiye bile hikaye geldi. Ankara’da Mire Dağı’na tırmanış ve inişte Ertuğrul (Melikoğlu) Abi bize sık çalıların arasından değişken eğimde nasıl slalom(!) yapılabileceğini gösterdi. Her iki dönüşte bir kendimizi yerde buluyorduk ama olsun, bir de çalı kayağı tecrübemiz olmuştu böylece. Arkasından Aladağlar’da çeşitli deneme ve alışma çıkışları yaptım. Ancak hala zihnimde dik eğimlerden hiç inemeyecekmişim gibi bir çekince vardı. Cesaretimi toparlayabilmek için sanki birisinin beni yamaçtan aşağı iteklemesini bekliyordum.
2006 Mart Ayı’nın son haftasını hayatımda gördüğüm en sağlam kayakçı dağcıları ile Hasan, Erciyes ve Aladağlar’da tur kayağı yaparak geçirdik. Ekibimiz ben dahil toplam 14 kişiydi. Ekibimizin Alman lideri Hermann Berie UIAGM (uluslararası dağ rehberliği kuruluşları federasyonu) lisanslı dağ ve kayak rehberiydi. UIAGM rehberleri çok tecrübeli dağcılar oluyorlar. Hermann da Everest ve Cho Oyu’ya müşteri tırmandırmış, Patagonya’da Fitz Roy gibi zirvelere tırmanışlar yapmış. Ekibimizin en baba üyeleri Martin Breitenberger, Gabriel Breitenberger, Herbert Thaler, Richard Wenin, Lukas Schwienbacher, Reinhold Schwienbacher, Helmut Gruber, Martin Kuppelwieser, Nikolaus Gruber ve Konrad Gruber İtalya’nın Güney Tirol Bölgesi’nden gelen ve yerel bir gönüllü kurtama takımının üyeleri olan kayakçılardı. Avusturyalı çift Wolf-Rüdiger Schwager ve Brigitte Haslehner de etkinliğimizde bizlere eşlik etti.
Güney Tirol Bölgesi, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Avusturya’dan İtalya’ya ilhak edilmiş. Dolayısıyla bu bölgeden gelen insanlar “İtalyan” olarak anılmaktan ve İtalyanca konuşmaktan pek hoşlanmıyorlar. Anadilleri Almanca ve kendilerini Avusturyalı olarak hissettiklerini söylüyorlar. Bu sebepten ötürü onlardan “Güney Tirollüler” olarak söz edeceğim.
Etkinliğimize Güney Tirollüler damgasını vurdu. Her şey onlar için bir oyundu sanki. Her zaman neşeliydiler. Rehbere ihtiyaçları yoktu. Dağı adeta okuyorlardı. Gittikleri rotayı görmek şaşırtıcıydı, çünkü hiç tanımadıkları bir dağda her zaman en mükemmel yolu bulabiliyorlardı. Çok güçlü ve inanılmaz hızlıydılar. Yanlarında kendimi ister istemez güvende hissediyordum. Sadece kayakla uğraşıyorlarmış. Teknik tırmanışla zorunluluk haricinde pek ilgilenmiyorlarmış. Yılın yaklaşık dokuz ayını sürekli kayak yaparak geçirip, geri kalan zamanı da dinlenmeye ayırıyorlarmış. Tırmanış projelerini hayata geçirebilmekte mali sıkıntılar yaşıyorlarmış. Aslında biraz uğraşsalar, böyle başarılı sporculara destek olmak için sponsorların kuyruğa gireceğine eminim. Daha önce hiç yüksek irtifa tırmanışı yapmamışlar. Aslında bulundukları bölgeden de pek dışarı çıkamıyorlarmış. Bu dağcıların dünyada kayakla çıkılabilen tüm yedi ve sekizbinlikleri rahatlıkça okuyup üfleyeceğine de bahse girerim. Avusturyalı çift ve benim onların hızında tırmanmamız imkansızdı. Bir anlaşma yaptık; onlar önden gidecekler, biz de Hermann ile arkadan kendi tempomuzda gelecektik.
25 Mart 2006 Hasan (3286m)
“Hız”
Kayaklarımı Aladağlar’da bıraktığımdan grupla birlikte tırmanışa katılamayacaktım. Hava çok bozuktu, sisten göz gözü görmüyor ve kar yağıyordu. Ekip 07:30’da hazırlıklarını tamamlayıp kuzey yüzünden, Küçük Hasan tarafındaki sırtı hedefleyerek tırmanışa başladı. Biz de aşağıdan onları dürbünle izliyorduk. Yer yer siste kaybolup sonra tekrar ortaya çıkıyorlardı. Her göründüklerinde daha da yüksekte oluyorlardı. Bulunduğumuz noktada irtifa 1800 metreydi. Hava gittikçe kötüye gidiyordu. Hareketsiz beklemekten donunca dağın bu yüzünde bulunan metruk dağ evinin yakınında yeni açılan dağ oteline sığındık. Sis dağı tamamen örttü. Camdan dışarıya bakıp nerede oldukları ve ne yaptıklarını merak ederken saat 12:45’te telefonum çaldı, Hermann indiklerini ve yolda bizi beklediklerini söyledi. Çok erken döndüklerinden hava bozduğu için zirveye ulaşamadılar zannettim. Yolda buluştuğumuzda zirveye çıktılarını duyunca şaşkınlığımı gizleyemedim. Bu havada ve bu kadar kısa sürede zirve yapıp dönmeleri Güney Tirollülerin sağlam dağcılar olduğunu kanıtlıyordu.
26 Mart 2006 Küçük Cebel (3350m)
“Alıştırmalar”
Orman yolunun sonundan kayaklarımızı takıp yürümeye başladık. Hermann zirveye kadar kesinlikle geleceğimi söylüyordu. Bense daha önce böyle bir zirve tırmanışım olmadığından biraz gergindim. Hermann Akşam Pınarı’ndan takip edeceğimiz rotayı görünce eğimi beğenmeyip biraz burun kıvırdı ancak zirvede fikrini değiştirecekti. Sıyırma Boğazı boyunca yavaş yavaş yükseldik. Her mola verdiğimizde çevremizdeki dağlardan ve yaptığımız tırmanışlardan bahsediyordum. Özellikle Avusturyalı ve Almanların Aladağlar’da yaptığı ilk çıkışlardan rotalarını göstererek bahsederken pür dikkat kesilip, ellerinde ne işi varsa bırakıp beni dinliyorlardı ve elli yıl önce büyük babalarının buralarda tırmanmış olmasına çok şaşırıyorlardı.
Sıyırma Boğazı’nın sonundaki Şeytan Rampası’na geldikten sonra yavaş yavaş sola dönüp Küçük Cebel Güney Batı Kulvarı’na girdik. Eğim giderek artmaya başladı. Hermann “Tolga kayak kramponlarını tak artık!” diye uzaktan bağırdı. Tamam deyip taktım. Bir süre sonra da faydasını görmeye başladım. Bazı yerlerde kayaklarla vura vura iz bile açmak gerekiyordu ki buralardan nasıl ineceğimi düşündükçe heyecanlanıyordum. Brigitte ve Rüdiger ile zikzaklar çizerek zirveye eriştik. Biz zirveye yaklaştıkça tezahürat da artıyordu. Zirvede hayatımda ilk defa üçbinlik bir zirveye kayakla çıktığımı söyleyince ekipte kıyametler koptu. Sarılanlar, tebrik edenler, şamatamız da eksik değildi hani, yodel şarkıları, zirvede amuda kalkıp fotoğraf çektirenler.
Hazırlıklarımızı tamamladıktan sonra inişe geçtik. Hermann merak etmememi, eğimden korkmamamı, tek yapmam gerekenin aşağıda sabit bir noktaya konsantre olup dönüş yapmak olduğunu söylüyordu. Aslında müthiş bir duyguydu. Saatlerdir verdiğimiz çabanın mükafatı olarak zirveden aşağıya tam 1200 metre kayak yapacaktık! Yaklaşık 45 derecelik eğimden kaymaya başladık. Önceleri biraz korktum, kendimi psikolojik olarak alıştırına kadar kontrollü dönüşler yaptım. Herkesin gözü üstümdeydi ve yanıma gelip kibarca önerilerde bulunuyorlardı. Her öneriyi denemeye çalışıyordum. Defalarca düştüm. Kardan adama dönmüştüm. Güney Tirollüler ise kayma işini resmen aşmışlardı. Kayaklar bacaklarının doğal bir uzantısıydı sanki. Naralar atarak hızla aşağı süzülüyorlardı. Kah bir yamacı koşarak çıkıp tekrar iniyorlar, kah yanyana dizilip aşağı bir noktaya kadar yarışıyorlardı. Kendimce artistik stilimle her seferinde yanlarına kadar hızla inip yan dönüp durduğumda da canı gönülden alkışlamayı ihmal etmiyorlardı.
Akşam Pınarı’ndan sonra ormana ulaşmak iniş çıkışlardan dolayı biraz yorucuydu ancak ağaçların arasından durmadan sağa sola eğile kalka ilerlemek müthiş zevkliydi. Tek sorunumuz kar aniden bitince boş bulunup taş toprak üzerinde kaymaya devam etmemizdi! Yazın dönüş yolunda işkence gibi gelen ve bir türlü bitmek bilmeyen bu etap eğlenceli ve hızlı bir şekilde tükeniverdi.
Bugün benim için bir dönüm noktası oldu. Ormana varınca bunu kutlamak için biraları havaya kaldırdık. Güney Tirol’e resmi olarak davet edildim. Mutlaka gelmeliymişim, bana kayak öğreteceklermiş. Güney Tirollülerin manevi desteği ile giderek daha da motive oluyordum. Yarınki tırmanış için sabırsızlanıyordum.
27 Mart 2006 Emler (3723m)
“Sabır”
Sokullupınar’dan tırmanışa başladık (07:15). Güney Tirol tayfası yine önden uçtu gitti. Dün Hermann rotayı bir kaç defa detaylı olarak anlatmıştı ama bugün yine kapının solundan devam ettiler. Hermann’ı geriden uyarıp yanlış yöne gittiklerini söyledim. Hermann seslendi, duyanların bir kısmı şamatayla güle oynaya geri indi, hemen sağdan tekrar iz açmaya koyuldu. Zorlu dağ koşullarına rahatlıkla göğüs gerdiklerine göre herhalde hiç bir şey onları kolay kolay sinirlendiremezdi. Bazıları ise hiç umursamadı ve soldan iz açmayı sürdürdü.
Karayalak Vadisi’nin başlangıcındaki meşhur kapımızın derin ve kaygan karında çok debelendik. Yine de kapıyı geçmek topu topu onbeş dakikamızı aldı. Kapıyı geride bıraktığımızda ise az önceki mücadeleden donan parmaklarımızı ısıtacak güzel ve güneşli bir gün bizi bekliyordu. Üç saat sonra 3000 metre dolaylarına ulaştığımızda Tirollülerden birkaçı zirveye çıkmıştı bile (10:15).
Emler’e onlarca defa çıkış yapmıştım ama neden bilmiyorum bu sefer yol bitmek bilmedi. Ancak sabırlıydım. İki yıl önce kendime verdiğim sözü tutacaktım. Zirve oradaydı, Hermann önden ilerleyerek zirveye ulaştı ve bana bağırmaya başladı “Haydi Tolga başaracaksın! Senin için çok önemli bu!”. Zirveye attığım adım belki Güney Tirollüler için ulaştıkları yüzlerce zirve kadar önemsiz bir şeydi ancak benim için çok anlamlıydı. Hermann “Başardın dostum!” diye bağırıyordu. Hayallerim gerçek olmuştu. Bulut deniziyle kaplı Yedigölleri izlerken mutluluktan haykırdım. Bu noktaya gelebildiğimi görmek gurur vericiydi. Yanıma her gelen bana içtenlikle sıkı sıkı sarılıyor, tebrik ederim diyordu. Bizi tam iki saat kutlama için zirvede beklemişlerdi. Gerçi manzara da izlemeye değerdi doğrusu.
Önümüzde çok uzun bir yol vardı. Belki de hayatımın en hızlı ve rahat inişini yapacaktım. Rutin hazırlıklara koyuldum: ayakkabıların tokalarını sıkıla, mandalı yürüyüşten kayağa indir, ayak bileğini öne itekleyip klik sesini duy, fok derilerini çıkart, çantaya kaldır, kayak tabanlarını vaksla, bağlamaları sabitle ve kayakları ayağına tak. Hermann önden benim için iz açıp aşağı bastı gitti. Yine alışmak için bir kaç dönüşü kontrolü yaptıktan sonra dönmeye başladım. Aşağıdan moral tezahüratları yükseliyordu.
Geçide vardığımızda yine yoğun bir sis her tarafı kapladı. Böyle bir ortamda kaymak zordu çünkü zeminin yapısını kavrayamadığımdan kayaklara yön veremiyordum. Hermann artık tekniğimin estetik görünmeye başladığını söyledi ve ekledi: bir şeytan gibi kayıyormuşum! Kapının üst kısımlarında rüzgar karı süpürdüğünden ben kayaklarımı çıkartmayı tercih ettim. Kapının içine girdiğimde ise bir iki tereddütten sonra inişi tamamlayıp beni aşağıda bekleyen Hermann’ın yanına hızla vardım. Kayaklarım iç bükey kesim (carving) değildi dolayısıyla dönüşler için daha fazla enerji harcamam gerekiyordu. Tekniğim de iyi olmadığından diğerleri gibi arka arkaya hızlı dönüşler yapamıyordum, bacaklarım çok çabuk yoruluyordu ve ara ara durup dinlenmem gerekiyordu.
28 Mart 2006 Alaca (3525m) Batı-Doğu Traversi
“Hüzün ve Korku”
Sabah 04:30’da çalan lanet çalar saat öttü ve bir kere daha ayaktaydık. Bizim tayfa mesaiye kalkmış çalışanlar gibi iştahla kahvaltılarını yaparken ben de bu saatte nasıl bu kadar çok yemek yiyebiliyorlar diye hayretle onları izliyordum. Bugün belki de etkinliğimizin en zorlu tırmanışını yapacaktık.
Brigitte ve Rüdiger tırmanışa gelmedi, Lukas ve Hermann ise benimle beraber tırmanacaklarını söylediler. Son iki günün koşuşturmacasından ve geceleri uykum kaçtığından dolayı kendimi çok yorgun hissediyordum. Mangırcı Vadisinden ilerlerken çok yavaş bir tempoyla tırmanıyordum. Hermann ve Lukas Körteklit Sırtına varınca beni beklememelerini, arkadan izleri takip edeceğimi söyledim. Artık tek başıma kalmıştım. İki saat boyunca izleri takip edip yorumladım: burada mola vermişler, burada eğim çok dik iz açmakta zorlanmışlar, burada kayaklarını çıkartmak zorunda kalmışlar. İkibaş – Küçük Alaca sırt hattına çıkabilmek için bir kornişi dize getirmem gerekti. Bu sırada sağ kayağım bağlamasından çıkıverdi. Sorunu çözüp, rotanın devamını görünce moralim bozuldu. Dağın güney yüzü yer yer tamamen erimişti ve aralardaki kar kulvarlarıysa buzluydu. Tam o sırada yodel sesleriyle birlikte Güney Tirollüler’den bir kaçını zirvede gördüm. Artık yorgunluktan ayakta duramıyordum. Önümde uzun ve zorlu bir yan geçiş uzanıyordu. Bir iki kar balkonunu kayakla geçmeyi deneyip kafa üstü çakılmaya yazınca kayakları çıkartıp elime aldım ve çaresizce ve nefes nefese çarşaklı kayaların üzerinden inip çıktım. Sık sık dengemi kaybedip yere düşüyordum. Buzlu eğimlerde iz açmak ise ayrı bir kabustu. Kayaklar dengemi bozuyordu. Nihayet Alaca kuzey duvarının batısında kalan geçide ulaşmıştım ancak çok geç olmuştu. İkilem içinde kaldım. Bizimkilerin izleri fazla irtifa kaybetmeyerek doğrudan kayaların üzerinden Alaca güney yüzüne dolaşıyordu. İzlerden bu tempoyla zirveye devam edebilirdim, çünkü kararlıydım ancak kayaların üzerinden elimde kayak ve batonlarla cambazlık yaparak zirveye ulaşmam kesin bir buçuk saat daha alacaktı. Diğerleri ise çoktan Avcıbeli’nden inmiş olacaklardı ve ormanda beni beklemek zorunda kalacaklardı. Artık ne yazık ki bir an önce dönüşe geçmem gerekiyordu. Tekrar aynı yamaçtan geri dönmek mi? İnip çıktığım balkonlu, buzlu, çarşaklı eğimler gözümde canlandı. Hiç sanmıyordum. Rota tecrübeme dayanarak önümdeki dik yamaçtan sola Alaca kuzey duvarının altına ve Mangırcı’ya inmeye karar verdim. Ancak kafamda beni endişenlediren bir soru vardı: bu kulvar yazın çok dik ve Yasemin Geçidi gibi teknik sayılacak kadar kayalık bir inişe sahipti, acaba kışın da bana geçit verecek miydi?
Yamacın başına vardığımda tüylerim ürperdi. Eğim çok dikti ve kar çok sertti. Üstelik başlangıçtaki balkonlardan dik yamaca nasıl inebileceğim belirsizdi. Yanımda krampon getirememiştim çünkü lanet küçük çantama sığdıramamıştım. Bu durum benim gibi acemi bir kayakçı için yalnızca korkutucuydu. Balkonu defalarca ümitsizce tekmeledim. Adım adım sabırla alçalarak eğime vardım. Ayaklarımın sadece ucunda durabiliyordum. Son derece dikkatli ve akrobatik hareketlerle kayaklarımı ayağıma takmayı başardım. Burada dengemi kaybedersem aşağı uçarım herhalde dedim ve korktuğum başıma geldi. Dün yağan toz kar alttaki buzlu tabakayı daha da kayganlaştırıyordu. Bir anda dengemi yitirdim ve çelik profiller kardan attı. Kendimi yerde buldum. Zeminde aşağı doğru sürüklenmeye başladım. Eğer bu şekilde hızlanırsam kendimi durdurmam olanaksızdı. Ellerimle durma pozisyonuna geçmeye çalıştım. Neyseki bir kaç metre kaydıktan sonra durabildim. Kayakların kenarlarını olanca gücümle kara vurarak iz açtım. Birinin üzerinde ayağa kalktıktan sonra diğerini de yerleştirdim. Yamaç gerçekten çok dikti ve korkudan ayaklarım titriyordu. Yavaş yavaş kendimi boşuğa bırakıp sağa doğru kaymaya başladım. Kayalara yaklaşıyordum ve dönmem gerekiyordu. Ancak cesaret edemedim. Durup kontrollü dönüş yapmaya yeltendim ki tam ayaklarımı çaprazladığım anda dengemi yeniden yitirdim ve düşüp kurbanlık koyun gibi tekrar kaymaya başladım. Büyük bir çabayla ayaklarımı bir araya getirerek toparlandım. Derken yavaş yavaş cesaretim yerine gelmeye başladı ve artık her yöne dönebiliyordum! Rotanın kilidi hala altımdaydı. Uzaktan kayalık bir iniş gibi görünüyordu. Yaklaştıkça kayakları çıkartmadan soldan sağa doğru tehlikeli bir geçiş yapabileceğimi keşfettim. Çok dikkatli bir şekilde geçişi yaptıktan sonra yihuu! önümde yüzlerce metre kar kulvarı uzanıyordu. Çok hızlandım. Bir o yana bir bu yana çılgınlar gibi dönüyordum. Muhteşem bir duyguydu. Dışarısı o kadar beyaz ve parlaktı ki ışık gözlerimi alıyordu ve kaydığım zeminin eğimini tam seçemiyordum. Sisli havalarda olduğu gibi güneşli ve parlak günlerde de kayarken zemin anlaşılamadığından çok dikkatli olmak gerekiyor. Önünüzde uzanan bir uçurumu ve bunun gibi tehlikeleri göremeyip kaza geçirebilirsiniz.
30 Mart 2006 Erciyes Doğu-Güney Traversi
“Güç ve Zafer”
Gece yatmadan uzun uzun düşünüp, fotoğraflar üzerinde rota seçeneklerini etüd etmiştik. Lobide yanımıza gelen eski bir kayakçı “Şeytan Kulvarı’ndan kayakla kesinlikle çıkamazsanız! İmkansız!” dese de sert kar Şeytan’dan tırmanmayı mümkün kılıyordu. Uzun sırt hattı yerine dik de olsa Şeytan Kulvarı’nı deneyecektik.
Sabah 05:15’te otelimizden (2200m.) yola çıktık. Gece karanlıkta kafamda soru işaretleriyle önümde giden kafa fenerlerini takip ettim. Hızlı Gonzalezler gözümüzün önünde kısa sürede Şeytan Kulvarı’na girip yükselmeye başladılar. Saydım, zirveye ulaşmak için kulvarın dibinden sırta kadar tam altmış dönüş yapacaktık. Dik etaba girdikten bir süre sonra dönüş tam bir rutine dönüştü. Üstteki kayağını dönüş yapacağın yöne yerleştir, batonları sapla, diğer dizini kır ve kayağı kaldır, batonların altından diğerinin yanına yerleştir. Nefesini toparla ve devam et. İz açarak en az bir saat işkence çektiğimiz Şeytan Kulvarı’nın dar kısmını bitirmek yalnızca on dakikamızı aldı.
Güney Tirollüler 08:00’da zirveye ulaştılar. Biz ise onlardan tam üç saat sonra zirvedeydik. Önceki gün Martin bir zirveye aynı yüzden çıkıp inmeyi çok sıkıcı bulduğunu söylüyordu. Hermann uzaktan bağırdı “Hey Tolga bunlar güney yüzünden inmişler!” Bu çılgınların böyle yapacakları belliydi zaten. Hava güneşli ve ılık olduğundan Şeytan Kulvarı’ndaki kar iyice eridi ve çığ riski arttı. Bunun üzerine biz de Tirollüler gibi güney yüzünden inmeye karar verdik. Hermann önden inip zemini kontrol etti, sonra bizi çağırdı ve eğlence başladı. Develi’den geçerken her zaman gıpta ile bakarak tırmanmak istediğim güney yüzünü keşfetme fırsatı bulmuştum. Dağın eteklerine vardığımızda kar helva gibi olmuştu ama biz hala en küçük bir kar parçasından kayarak istifade etmeye çalışıyorduk. Hermann Martin’le telefonda görüşmeyi başardı ve soldan otellere dönmeyi planladıklarını öğrendi. Önümüzde iki seçenek vardı. Ya biz de soldan yan keserek otellere inecektik ki Brigitte bu fikre hiç sıcak bakmadı ya da risk alarak ana asfalta kadar inip otobüsümüzü çağıracaktık. Kayakları sırtlayıp otların üzerinden asfalta doğru yürümeye başladık. Önümüzde 5-6 km’lik bir mesafe vardı. Yola erişmek için bir tarlanın içinden geçmemiz gerekti. Tarlada çalışan işçiler uzaylı gibi malzemelerle birden bire bitiveren bu dört dağcıyı karşılarında görünce dumura uğrayıp donakaldılar. Tarlanın arkasında beklenmedik bir şekilde bir karavan kamp alanına vardık. Bu vahada çeşmelerden soğuk su akıyordu ve insanlar piknik yapıyorlardı. Garip bakışlar altında yorgunluktan bir ağacın gölgesine yığılıverdik.
On kişilik Güney Tirol ekibi güney yüzünü kayarak bitirdikten sonra yedisi yürüyerek geri döndüler. Üçü ise hayvanlığın boyutunu iyice abartarak tekrar Eryises sırt hattına tırmanmışlar ve telesiyej pistlerinden kayarak otele inmişler. Herkes hayatından memnundu, iyi bir kutlamayı haketmiştik.
Son Söz
Ülkemizde tur kayağı sporunun bu zamana dek pek tanınmamış ve gelişmemiş olması üzüntü verici. Avrupa ülkelerinde kayağa başlama yaşı ortalama beşmiş. Ancak yine de geç kalmış sayılmayız. Ülkemiz pek çok doğa sporlarında olduğu gibi tur kayağı için de bir cennet ve biz bu imkanı en iyi şekilde değerlendirebiliriz. Kayak sporu ile ilgilenen tüm dağcılar bu sporu yaygınlaştırmak için çaba sarfetmelidir. Bu yazının da tur kayağı sporunun tanınmasına ufak da olsa bir katkısı olacağını ümidediyorum. Bu etkinlikten sonra mükemmel bir kayakçı olamadım ama kendime olan güvenim arttı. Daha fethedecek çok dağ var önümüzde. Eylemlerim sürecek.
Detaylı bilgi için benimle iletişime geçebilirsiniz.